PRİM TEŞVİKİNE İDARİ BAŞVURU TARİHİNDEN İTİBAREN FAİZ UYGULANMASINA DAİR HÜKMÜN MÜLKİYET HAKKINI İHLALİ

Anayasa Mahkemesi 19/2/2020 tarihinde 2018/139 numaralı dosyada, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’na eklenen ek 17. maddenin dördüncü fıkrasının Anayasa’nın 13., 35. ve 36. maddelerine aykırı olduğuna ve iptaline karar vermiştir.

GİRİŞ

Anayasamızın 35’inci maddesine göre; herkes mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar ancak kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması, toplum yararına aykırı olmaz. Yine Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi‘ne Ek Protokolün “Mülkiyetin Korunması” başlıklı birinci maddesine göre; her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir. Görüleceği üzere, Anayasamız ile AİHS mülkiyet hakkı konusunda “kanunla düzenleme” ve “kamu yararı” hususlarını bu temel hak ve hürriyetin sınırlandırılmasında şart olarak öngörmüştür.

Anayasanın 35’inci maddesinde güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını korumaktadır. Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde şüphe bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ile fikri hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dahildir. Anayasal mülkiyet hakkı, kapsam itibarıyla 4721 sayılı Türk Medeni Kanununda yer alan mülkiyet kavramıyla sınırlı değildir. Türk hukukunda mülkiyet hakkı veya ayni hak kapsamında görülmeyen hakların gündemde olduğu uyuşmazlıklar, nihayetinde anayasal mülkiyet hakkı bağlamında bireysel başvuruya konu olabilmektedir. Benzer şekilde, ihlal edildiği iddia edilen hakkın, mutlak hak olması dahi gerekmemektedir. Dolayısıyla terminolojik benzerliğe aldanmamalı, Türk hukukunda mülkiyet veya mülkiyet hakkı kavramının yaygın kullanımındaki anlam ile anayasal mülkiyet hakkı kavramının birebir örtüşmediği hatırda tutulmalıdır. Yine kural olarak anayasal mülkiyet hakkı; mülkiyet edinme hakkını veya gelecekteki hakları korumamakta, sadece mevcut malvarlığına yönelen müdahalelere karşı güvence sağlamaktadır. Bu durumun istisnası ise meşru beklentilerin korunmasıdır.

İTİRAZ KONUSU KURAL

İtiraz konusu kural, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun ek 17. maddesinin dördüncü fıkrasıdır. Kanun’un ek 17. maddesi, işverenlerin kendilerine sağlanan prim teşviki, destek ve indirimlerden koşulları yerine getirmek kaydıyla yararlanmalarına ya da yararlanılmış olan teşvik türünün başka bir teşvik türü ile değiştirilmesine ilişkin düzenlemeleri içermektedir.

İtiraz konusu kuralda ise görülmekte olan davalarda ayrıca bir başvuru şartı aranmaksızın dava öncesi yapılan idari başvuru tarihinden itibaren kanuni faizin uygulanması ve kuralın üçüncü fıkraya yaptığı atıftan dolayı ödemelerin üç yıla yayılacağı öngörülmüştür. Ayrıca kural gereği bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce açılmış davalarda davanın konusuz kalması sebebiyle karar verilmesine yer olmadığına hükmedilecek, ilk derece mahkemelerince verilen kararlar hakkında SGK tarafından kanun yollarına başvurulmayacak ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce yapılan kanun yolu başvurularından vazgeçilmiş sayılacaktır. 

Bayındır Asliye Hukuk Mahkemesi’nin (İş Mahkemesi sıfatıyla) yaptığı Başvuruda özetle; başvurucuların alacaklarına üç yılda ulaşabilecek olmalarının hukuka ve hakkaniyete uygun olmayacağı, yürürlüğe giriş tarihinin aynı konuda dava açanlar arasında eşitsizliğe neden olacağı belirtilerek kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

MAHKEMENİN DEĞERLENDİRMESİ VE KARAR

Kural, Anayasa Mahkemesi tarafından, ilgisi nedeniyle Anayasa’nın 13., 35. ve 36. maddeleri yönünden incelenmiştir. Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamanın Anayasa’nın ilgili maddesinde belirtilen sebeplere uygun ve ölçülü olması gerekir.
İtiraz konusu kural uyarınca görülmekte olan davalarda ayrıca bir başvuru şartı aranmaksızın dava öncesi yapılan idari başvuru tarihinden itibaren kanuni faizin uygulanması söz konusudur. Kural mahsup veya iade edilme yönünden üçüncü fıkra hükümlerine yaptığı atıftan dolayı ödemelerin üç yıla yayılacağını öngörmektedir. Bu durumda faizin başlama tarihi ve ödeme için öngörülen süre göz önünde bulundurulduğunda kuralın mülkiyet hakkını sınırladığı açıktır.

Kuralda dava açan işverenler yönünden dava öncesi yapılan idari başvuru tarihinden itibaren faizin işleyeceği hükme bağlanmış ise de prim teşviki, destek ve indirimlerle ilgili ödemelerin birçoğunun işverenlerin idari başvuru tarihlerinden daha öncesine dayandığı açıktır. İşverenlere iade edilecek tutarın idareye başvuru tarihinden itibaren işleyecek kanuni faize göre hesaplanması işverenlerin alacaklarında meydana gelen eksilmenin orantısız ve aşırı olması sonucunu doğuracaktır. Diğer taraftan kuralla iade edilecek tutarın ödenmesinin üç yıl gibi uzun bir süreye yayılması, görülmekte olan davalar sonucunda alacaklarına derhâl ve toptan kavuşabilecek işverenlere aşırı bir külfet yüklemektedir. Bu yönleriyle kural hak sahiplerine orantısız bir yük getirerek mülkiyet hakkının ölçüsüz bir şekilde sınırlanmasına neden olmaktadır.

Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında karar hakkı genel itibarıyla mahkeme önüne getirilen uyuşmazlığın karara bağlanmasını isteme hakkını ifade etmektedir. Dava hakkını kullanan bireyin asıl amacı davanın sonunda, uyuşmazlık konusu talebinin esasıyla ilgili bir karar elde edebilmektir. Kural ile yargı merciince uyuşmazlığın esasının incelenmesi imkânı ortadan kaldırıldığından, karar hakkına da bir sınırlama getirilmektedir. Kural; uyuşmazlığın esasını çözüme kavuşturma imkânına, davacıların alacaklarına uygulanacak faizin başlangıç tarihi ve Kanun uyarınca hesaplanacak tutara ulaşma şekil ve süresi yönünden onların aleyhine olacak şekilde bir müdahaleye neden olmaktadır. Davacılar davanın görülmeye devam edilmesiyle maddi uyuşmazlığın çözümü ile elde edilebilecek birtakım menfaatlerden kural nedeni ile mahrum kalmaktadır.
Nitekim davacılar alacağın tahakkuk ettiği tarihten itibaren faize ve mahkeme kararıyla belirlenecek alacağın derhâl ve nakden tahsiline hak kazanabileceklerken kural bu imkânları ortadan kaldırmaktadır. Bu suretle görülmekte olan davaları davacıların iradesi dışında ve aleyhlerine olacak şekilde ortadan kaldıran kuralın, davacılara aşırı bir külfet yüklediği, bu yönüyle kuralla karar hakkına getirilen sınırlamanın ölçüsüz olduğu sonucuna ulaşılmıştır.

Anayasa Mahkemesi açıklanan nedenlerle kuralın Anayasa’nın 13., 35.(Mülkiyet Hakkı) ve 36.(Hak Arama Hürriyeti) maddelerine aykırı olduğuna ve iptaline karar vermiştir.

NETİCE VE DEĞERLENDİRME

Mülkiyet hakkı kural olarak, mevcut olan mal, mülk ve varlıkları korumaktadır. Bu itibarla gelecekte kazanılacağı iddia edilen bir kazanç, kazanılmadığı veya bu kazanca yönelik icrası mümkün bir iddia mevcut olmadığı sürece, mülk olarak değerlendirilmemektedir. Bu kuralın istisnası ise bir ekonomik değer veya icrasını mümkün bir alacak iddiasını elde etmeye yönelik meşru bir beklentidir. Ancak bu meşru beklentinin de temelsiz olarak ortaya konulamayacağı izahtan varestedir. Anayasa Mahkemesi’nin meşru beklentiyi kabul edip mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirmeye alması için; makul bir şekilde ortaya konmuş icra edilebilir bir iddianın doğurduğu, mevzuatta belirli bir kanun hükmüne veya başarılı olma şansının yüksek olduğunu gösteren yerleşik ve istikrarlı bir yargı içtihadına dayanan, yeterli somutluğa sahip nitelikte bir beklenti olması gerekmektedir. İptal edilen hüküm bakımından da mevcut bir malvarlığı söz konusu olmasa da meşru beklenti talebini karşılayan belirli bir kanun hükmüne dayanma ve istikrarlı yargı içtihatlarına dayanma hususlarının varlığı aşikardır. Bu nedenle de Anayasa Mahkemesi tarafından işin esasına geçilerek iptal kararına varılmıştır.

Olağan dönemde temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması rejimi bakımından esas olan 13’üncü maddeye göre; sınırlandırmanın ölçülülük ilkesine uygun olması gerekmektedir. Ölçülülük ilkesi ise bilindiği üzere elverişlilik, gereklilik ve orantılılık unsurlarından müteşekkildir. İptali istenen hükmün getiriliş amacı gözetildiğinde elverişli ve gerekli olduğu söylenebilecektir. Ancak orantılı olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira prim teşvikleriyle ilgili ödemelerin hemen hemen hepsi, işverenlerin idari başvuru tarihinden çok öncesine aittir. Ayrıca ödenecek olan meblağların 3 yıl gibi bir sürede ödenecek olması da işverenlere orantısız bir yük yüklemektedir.

Mezkur nedenlerle Anayasa Mahkemesi’nin bu meşru beklentileri mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirip işin esasına girmesi, yine hak sahiplerine getirilen yükün aşırı ve orantısız olduğu gerekçeleri ile ilgili hükmün iptaline karar vermesi Anayasal Mülkiyet Hakkının korunması hususunda önemli ve değerli bir karardır.